16 Haziran 2010 Çarşamba

Güneydoğu Anadolu Gezisi

Yine bir 19 Mayıs, yine gezideyiz.. 19 Mayıs gezilerimizin değişmez ortakları Yağcı ailesi ve biz Yamanlar, 2 gün de izin alarak 5 güne çıkarttığımız tatilimizde nereye gideceğimizi aylar öncesinden planlamıştık. Bu seferki rotamız Güneydoğu Anadolu bölgesiydi. Planımızı merkez noktamız Mardin olacak şekilde yaptık çünkü Cansu Mardinliydi, halası halen orada yaşıyordu ve tam da yeni restore ettikleri, merkezde bulunan çoooookkk güzel bir taş evleri bomboş bir şekilde bizi bekliyordu..:) eh kalacak yer sorunumuz da olmayınca bize uçak biletlerini almak ve rota oluşturmak kalmıştı.. :)


Yolculuğumuz 15 Mayıs sabahı saat 05.30da Cansu ve İlker'in bizi almasıyla başladı. Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan saat 06.55te kalkan uçağımız saat 08:35 gibi Diyarbakır'a inmişti bile. Diyarbakır Kaplaner havaalanının kapısında araba kiraladığımız şirketin yetkilisi bizi karşıladı ve Hyundai Getz marka otomobilimizi hiçbir belge ve para almadan teslim etti.. Evet evet yanlış okumadınız.. Adam yanında pos cihazı getirmediği için parayı ödemedik, merkezdeki ofise gelin dedi,geç kaldık Mardin'e anca gideriz dedik.. Adam da kimlik bile almadan anahtarı İlker'e uzattı ve dönüşte ödeme yapılacak diye gitti.. Biz de Mardin'e doğru yola çıktık. Diyarbakır-Mardin arası 90 km lik gayet güzel bir yol.. Diyarbakır çıkışında Çavuşoğlu Petrol'de durup benzin aldık ve o da ne!?! Adamlar arabaya çay ve kolonya servisi yaptılar… Şaşırdık ve hatta inanamadık..Hepimizin çok hoşuna gittiğini söylememe gerek yok sanırım... Mardin'e vardığımızda ilk durağımız kahvaltı için Cansu'nun halasının Yenişehir'deki evi oldu.. Kahvaltıda klasik kahvaltı çeşitleri haricinde ev yapımı sucuk ve çok farklı bir kaymak vardı. Kaymağın üstünde pembe,güllü bir şerbet vardı ve kaymak sevmeyen, hatta ağzına bile koymayan ben bile gayet lezzetli buldum.. Kahvaltı sonrası Cansu'nun kuzeni Ender ile birlikte Mardin merkez'e doğru yola çıktık. Cumartesi-pazar günleri sokaklarda park yasağı varmış.. Cumhuriyet Meydanı'na arabayı bıraktık ve ilk olarak otoparka çok yakın olan Kırklar yani Mor Behnam Kilisesi'ne gittik.."Mor" Aramice'de "aziz" anlamına geliyormuş. Süryanilerde ibadet dili olarak Aramice kullanılmakta. Kırklar kilisesi yine Mardin'de bulunan Deyrul-Zafaran Manastırı Patriğinin ikametgahı olduğu zamanlarda yönetimin yürütüldüğü merkez konumundaymış. Kilise'nin içini şu an restorasyonda olması sebebiyle gezemedik. Üst katı aslında açıkmış ama tam da bizim orada olduğumuz zaman taziye varmış..Oraya da çıkamayıp sadece dışından bakmakla yetindik..



Mardin sokaklarında dikkatimizi çeken; çok fazla çerezci dükkanı olmasıydı. Özellikle badem şekerinin çok çeşidi vardı.. Halk çok güleryüzlü ve yardımsever. Ara sokaklar çok dar ve güzel. Ayrıca serin de.. Hava bunaltıcı derecede sıcak. İnsan “bu mevsimde böyleyse temmuz sıcağında nasıldır” diye düşünüyor elinde olmadan..Eh hava bu kadar sıcak olunca(tabi bunda günün en sıcak saatleri olmasının da etkisi yok değildi) kendimizi serin ve tenteli çarşıya attık. Kıyafet dükkanlarının arasından geçerek Bakırcılar Çarşısında aldık soluğu. Envai çeşit bakır eşyalar var burada..Biz evimiz için Şahmeran deseninin yapıldığı bakır bir süs aldık duvara asmak için.

Bakır ustaları günümüzde oldukça az kalmış. Eskiden çok kişilerken şimdi 2 elin parmaklarını geçmiyormuş sayıları… Yazık…

Çarşı içinden yolumuza devam ettiğimizde karşımıza Ulu Camii çıktı. Ulu Cami’nin ilk yapıldığı dönem kesin olarak belgelenememekle beraber Mardin’de uzun süre hakim olan Artuklular döneminde caminin bugünkü plan şeklini kazandığı düşünülmekte. Burada Mardinli çocuklar etrafımızı sarıyor ve “dördünüzü beraber çekelim mi abi?”,”oradan çekerseniz minare sığmaz şuradan çekin” gibi sorular sorup önerilerde bulunuyorlar. Ama tabi onların muhteşem fotoğrafçı Altan’dan ve geniş açı objektiften haberleri yok..:) Altan geniş açı objektifini kullanarak hem bizi hem minareyi çekebilince çocukların ağzı açık kalıyor ve “abi şimdiye kadar kimse sığdıramamıştı” diyerek kocama saygı duyuyorlar..:)




Mardin merkez gezimizin bir sonraki durağı meşhuuurrr Erdoba Konakları Butik Oteliydi. Açıkçası oteli pek de beğenmedik.. Hizmetini bilemem ama Mezopotamya Ovası’na bakan kafesi dışında çok da özel bir hali yok gibi görünüyordu.


Güneş tüm ısısını üstümüze vermeye devam ediyordu. Üstümüzü bile değiştirmeden yol kıyafetlerimizle geziye başladığımızdan ve aşırı terlediğimizden hepimiz halimizden rahatsızdık ama herkes aynı durumda olduğu için de gayet rahattık;) Bu duygularla çok güzel bir mimariye sahip PTT Evi’ne girdik.:) Burası eskiden Şahtana Ailesi’ne ait bir evmiş.Restore edildikten sonra PTT Binası olarak kullanılmaya başlanmış.



Ufak bir içecek molasından sonra adım adım Mardin gezimizin sıradaki durağı Zinciriye Medresesi idi.. Epey bir tırmandıktan sonra şehrin en üstünde, kalenin hemen altındaki Medreseye vardık. Zinciriye 1385 yılında yapılmış.Giriş kapısının ihtişamı ve süslemeler görülmeye değer. Ayrıca buradan Mardin’i izlemek de keyifli. Çünkü şehrin tamamını ve devamındaki düzlükte yer alan Mezopotamyayı izleyebiliyorsunuz.

Evet gün yavaş yavaş yerini geceye bırakmaya hazırlanırken bugünkü gezimizin son 2 durağına doğru hareket etme zamanı gelmişti. Önce Deyrülzafaran Manastırı ardından da günbatımının Mardin’de en güzel izlenebildiği Kasımiye Medresesi’ne gidecektik. Deyrülzafaran yani Mor Hananya ile ilgili olarak yazılmış ve önemini anlatan internette bulduğumuz bir yazıyı paylaşmak istiyorum fotoğraflardan önce:

“Ben Deyrülzafaran Manastırıyım. Mardin ilinin 5 km doğusunda bulunan… Ben 639 yıl boyunca Dünya Süryanilerinin Patriklik Merkezliğini yaptım. Ama ben Süryani kültüründen çok önce vardım. Benim yapım tarihim Mardin ilinin kuruluşuna kadar gider.Biliyor musunuz? Yapımın bir kısmında taşlar harçsız olarak tavanda kenetlenmişler. Ben Şemsiliğin en eski mabetlerinden biriyim. Ben niye böyle uzaktayım biliyor musunuz? Doğayla,yaratılanla,yaradan ile baş başa kalmak için.


Ben Mardin’de çok mutluyum. Hep huzur içinde yaşadım. Benim edebiyatımın en büyük ustası Aziz Efraim, ilham verdi vücuduma. Benim dilim İsa’nın konuştuğu Aramice ile akraba, kökenim bilinen en eski Hıristiyan topluluğudur. Ben Deyrülzafaran Manastırıyım. Tarihin her safhasında çok önemli olan… Biliyor musunuz?Benim insanlarım dini,sili ne olursa olsun Mardin’de herkesle hep dodtça yaşadı. Ben Deyrülzafaran Manastırıyım. Görkemli yapısıyla geniş arazide Hakk’a tapınmanın diyarı…


Ben Deyrülzafaran manastırıyım her zaman misafir ağırlayan sevecen bir dost.. Ben Hana Dolabani’nin mabediyim. Dünden bugüne gelen…”


Deyrül Zafaran Manastırı yukarıda da okuduğunuz gibi Mardin’in çok az dışında. İçeri grup grup rehberli olarak alıyorlar. Bizden az önce bir grup girdiği için mecburen biraz beklemek zorunda kaldık. İçeri girdikten sonra da zaten fotoğraf çekmekten gruba yetişemedik bile..:)





Bu da o civarda yaşayan en yaşlı Süryani:
Huzur dolu dakikalardan sonra Kasımiye Medresesi’ne gideceğiz diye düşünürken Ender günün sürpriz durağı olan Büyük Mardin Oteli’nin oraya götürdü bizi. Sırf kocacığım Mardin’in fotoğrafını karşıdan çekebilsin diye..:))




Fotoğraflarda da görebileceğiniz gibi eski Mardin’in taş evlerden oluşan dokusunu biraz bozmuşlar araya yeni beton binalar yaparak ve çok çirkin görünüyor gerçekten de. Öğrendiğimize göre tarihsel dokuyu korumak amaçlı karar alınmış, eski şehirde bu tip yapılara izin verilmeyecek ve yapılanlar da yıkılacakmış. Çok hoşumuza gitti valla bu karar..


Eveeet hepimiz yorulmuş ve acıkmaya başlamıştık ama daha günü batırmaya Kasımiye Medresesi’ne gidecektik. Allahtan yakındı da 5 dakika içinde orada olabildik.


Burası Mardin yapılarının en büyüklerinden. Medrese,cami ve bir zaviyeden oluşmakta. Kitabesi bulunmayan bu medresenin yapımına Artukoğulları döneminde başlandığı ve Akkoyunluluar döneminde,Sultan Kasım tarafından 1487-1502 yılları arasında tamamlatıldığı kabul edilmekte. Akkoyunlu Hükümdarı Cihangir oğlu Kasım Padişah Mardin’e atandığı zaman şehri onarmak için faaliyete başlamış. Bu özverili çalışmasını taçlandıran ve günümüze kadar mükemmel yapısıyla ayakta durabilen bu çok amaçlı medreseyi yaptırmış.




Bu medresenin bir de çok tatlı bir bekçisi vardı. Altan fotoğraflarını çekmek istediğinde “Çeeeekkk, buldun yakışıklıyı tabi çeeekk, beni kimleeer çekti kimleerr” demeyi de ihmal etmedi..:)




İçini gezdikten sonra sıra dışına ve gün batımına gelmişti tabi.. Dışarıda bizi 2 tane çok tatlı Mardin’li çocuk bekliyordu. Etrafımızı sarıp fotoğraflarını çekmesini istediler Altan’dan..

İlk günümüz bitmişti bile ve sıra gelmişti yemek yemeyeee… Aynur Teyze’nin muhteşem yemeklerini yemek üzere Ender’lerin eve gittik. Aynur Teyze neler yapmıştı neler.. Mardin dolması, Kaburga Dolması, Pilav, İçli köfte.. sofrada yok yoktu…

Tıka basa yedikten ve hatta bazılarımız 2.tura döndükten ;) sonra sofradan kalktık ve biraz sohbet sonrası evimize doğru yollandık..

Deliksiz bir uykunun ardından sabah erken saatte kalktık ve çabucak hazırlanıp yola koyulduk. Bugün programımız yoğun. Önce Hasankeyf’e gidicez, oradan dönüşte Midyat’a, sonra Beyazsu üzerinden Nusaybin’e gidip Suriye sınırını görücez ve evimize geri dönücez. Akşam yemeğini de meşhur kebapçı Rıdo’da yemeyi düşündük..



Hasankeyf-Mardin arası 120 kmlik bir yol.




Önce köprüden geçip karşı taraftan fotoğraflarını çekmek istiyoruz ama daha arabayla yaklaşır yaklaşmaz çocuklar etrafımızı sarıyorlar..Ama ne sarmak.. Hepsi bir ağızdan konuşuyorlar ve bize Hasankeyf’in hikayesini anlatmak istiyorlarJ Çok komikti. Daha doğrusu başta komik geliyordu ama sonra,zaman geçtikçe hala aynı ısrarcılıkta devam edince can sıkıcı olmaya da başlıyordu.Çocuklarla diyaloglar aynen şu şekilde:

-Abii size Hasankeyf’in hikayesini anlatayım mı?

-Anlatma

Dakika bile geçmeden bir diğeri geliyor ve aynı diyalog yaşanıyor. Sırayla hepsi şansını deniyor. Artık yoruluyorsunuz ve bir tanesine “Anlat bakalım” diyorsunuz..Sonrasında hepsi etrafınızı sarıyor ve biri anlatmaya başlıyor.. Hatta resmen avazı çıktığı kadar bağırarak.. O yorulup nefesi tükenince kaldığı yerden bir diğeri devam ediyor. Anlaşılan hepsi ezberlemiş, gelen yerli-yabancı turistten 3-5 kuruş da olsa bahşiş almaya çalışıyorlar. Hatta bir ara abartıp hepsi bir ağızdan bağırarak, aynı anda bile anlatıyorlar,senkronizeler de yani..:) Yabancı turist yazdım ya yukarıda şimdi nasıl yani demeyin. İçlerinden biri hemen geliyor ve İlker’e “abii İngilizce de biliyorum ben, İngilizce anlatayım mı” diyor. İlker’de “hadi anlat bakalım ama diğer herkes susacak” diyor ve bizimki başlıyor anlatmaya bir yandan da elleriyle göstererek “small palace, big palace, castle(kasııııııl diye okuyor)”.. o kasıl diyince hemen yanındaki gururla düzeltiyor: “kasıl değil oğlum kesıl kesıl”J.. O sırada kızın biri kucağında kuzuyla çıkageliyor belki fotoğraf çekmek isteriz diye. Altan belki çocuklar başımızdan giderler ve tabi 1-2 tanesi fotoğraf çektirir umuduyla çocuklara dondurma alıyor. O anı gerçekten görmek lazım. O çocukların sıraya girmesi, dondurma için delirmeleri.. sonrasında kızların bizimle fotoğraf çektirmek için yarışmaları.. İnsan kendini çok tuhaf hissediyor.. Neler var diyorsun.. İlk kez bu kadar yakından görmenin şaşkınlığı, başta komik,eğlenceli gelen davranışların aslında ne kadar üzücü olduğunu görüyorsun…




Yoğun ilgiden dolayı arabaya kendimizi zor atıyoruz ve hareket ediyoruz.. O sırada içlerinden biri gayet uslu,düzgün bir şekilde “Abi isterseniz kaleye çıkartayım sizi hem de anlatırım hikayesini” diyor. Peki diyoruz orada buluşuruz diyoruz ama nasıl yetişecek acaba diye de düşünürken çocuk “abii ben yetişirim koşarım arkanızdan” diyor.. Hadi bakalım.. nasıl olacak acaba bu iş diye düşünüyoruz ama bizimle aynı anda karşı tarafta bitiveriyor çocuk. Hep beraber yürümeye başlıyoruz.


Rehberimiz efendi bir çocuk. Eskiden kokartlı rehberler varmış hatta bizim rehber de onlardanmış ama sonra Turizm Bakanlığı tüm kokartları geri almış çok ısrarcı oluyor çocuklar, insanları rahatsız ediyorlar diye..


Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemekte. Şehrin jeopolitik yapısı çok eski bir yerleşim merkezi olduğu ihtimalini kuvvetlendiriyor. Bugün hala buradaki mağaralar ev olarak halk tarafından kullanılıyor.




Kalenin kuruluşu ise MS.4. yüzyıla rastlamakta.Bu yüzyıl ortalarında Diyarbakır çevresini ele geçiren Bizans İmparatoru Konstantinos, bölgeyi korumak amacıyla 2 sınır kalesi inşa ettirmiş. Bunlardan biri Hasankeyf Kalesi…Hasankeyf, en parlak dönemini Artuklular döneminde yaşamış. Bu dönemden kalan pek çok tarihi eser bulunmakta.


Hasankeyf Kalesi, yekpare taştan yapılmış. Evet evet yanlış okumadınız..ilginç ama öyle.. Dicle nehri kıyısında ve nehirden 200m yüksekliğinde.MS.363 yılında bir Süryani pisoposluğunun merkezi olarak Bizanslılar tarafından yapılmış. Hıristiyanlığın bu bölgede yaygınlaşmasından sonra, Kadıköy Konsülü tarafından M.S.451 yılında alınan bir kararla Hasankeyf’teki Piskoposluğa Kardinal ünvanı verilmiştir. Çok korunaklı ve ele geçirilmesi zor olan bu kale,Bizanslıların doğuda yaptıkları en sağlam kaleymiş.. Asıl adı “Hısno Koyfa” yani Kaya Kalesi. Kalenin 2 kapısı var. Doğudaki kapıya Abdullah Kapısı,Batıdaki kapıya Sır Kapısı deniliyor. Kaleye oldukça fazla basamağı olan merdivenlerden çıkılıyor. Duvarlarda birçok kitabe var.




İyice tırmandırıyor rehberimiz bizi ve kalenin içinde bir yerlerden zar zor sığarak uçurumun kenarına getiriyor. Çok ürkütücü ama bir o kadar da güzel bir manzara görüyoruz. Burası güvercin yakalama terasıymış.Buradaki ağ ile güvercinleri yakalıyorlarmış..



Bu arada aşağıdaki fotoğrafta köprünün ilk ayağında bir aile yaşıyormuş ve kimse onları çıkartamıyormuş çünkü adamlarda Osmanlı Tapusu varmış..



Kaleden indikten sonra rehberimize veda ediyoruz ve serinlemek için kendimizi “Yolgeçen Hanı”na atıyoruz. Burası mağaranın içine yapılmış süper serin, hatta serin ötesi bir kafe..


Ayakkabıları falan çıkartıp hepimiz seriliyoruz bir köşeye.Su,ayran,karpuz ne bulursak söylüyoruz..:)




Hasankeyf’i arkamızda bırakırken bu kez hemen kitabımızda Midyat’ı buluyor ve nereler gezilmeli sorusunun cevabını arıyoruz.

Midyata girdiğimizde ilk izlenimimiz “burada görülecek bir şey yok galiba” idi.. Ama yeni merkeze girdiğimizi hemen anlayıverdik. Eski merkeze gitmeden önce hepimiz oldukça acıktığımız için önce yemek yiyelim istedik ama nerede.. Cansu hemen telefonundan baktı ve Dünya Et Lokantası diye bir yer buldu. Güzel görünüyordu, yorumlar da iyiydi. Bunun üzerine gittik. Ama çok memnun kaldığımızı söyleyemeyeceğim. Yerel halk Saray Et Lokantası’nı söylemişti, belki orası daha iyidir.


Eh karnımızda doyduktan sonra eski merkeze doğru arabayla gidelim önce bir kolaçan edelim istedik.


Tam keyifli keyifli etrafa bakınıyorken bir sokağın köşesini dönmemizle bir çocuk topluluğu ile karşılaştk. İçlerinden birisi arabanın yanından koşarak bizimle beraber Midyat sokaklarını gezmeye başladı.. Bir yandan da “Abii size Sılanın çekildiği konağı göstereyim mi?”, “Abi size Bir Bulut Olsam’ın çekildiği konağı göstereyim mi? Ama şimdi kapalı”., “Abii burada da Aşk Bir Hayal çekiliyor” diye hiç susmadan konuşuyordu. Biz ise gülmekten etrafa bile bakamıyorduk. İlker kafaya koydu bir kere bu çocuğu atlatacaktı ama çocuk maşallah maratonda gibi koşuyor deli gibi.. Önümüzde gittiği bir ara onu takip etmeyip başka bir sokağa girdik aklımızca kaçıcaz ya.. Ama o da ne: çıkmaz sokak.. Arkamızdan çocuğun “gel abi geeell geeell” diye sesini duyduğumuzda anladık ki kaçış yoktu. Çaresiz maratoncu rehberimizi takip ettik çünkü sokaklar labirent gibiydi..

Yeni merkeze nihayet inebildikten sonra arabayı uygun bir yere parkettik ve “Sıla’nın çekildiği konağa” yani Devlet Konukevi’ne gitmeye karar verdik. Konağın olduğu sokağa girer girmez bu sefer yepyeni bir çocuk grubu sardı etrafımızı. “Haydaaa” lafları ve kahkahalar atarak onların da aynı lafları söylemelerini dinledik ve kendimizi konağa atıverdik..Neyse ki içeri giremiyorlar..

Devlet Konukevi gerçekten harika bir yapı diyebilirim sanırım. Gezmesi çok keyifli, her köşesi ayrı güzel.




Ve işte moda çekimi tadında, İlker Yağcı’nın sanat direktörlüğünde çektiğimiz fotoğraflardan bir demet:



Yürüyerek arabamızın olduğu yere gelip arabayı da alıp Mor Gabriel(Deyrül Umur) Manastırı’na gidiyoruz bu sefer… 1600 yıllık bir manastır burası. Deyrül Umur Rahiplerin meskeni demekmiş.




Buradaki rahipler fotoğraflarını çektirtmediler ama olsun.. Çevreyi şöyle bir gezdik ama burası bize Deyrül Zafaran kadar tat vermedi açıkçası..


Tekrar düştük yollara. Hedefimiz Beyazsu üzerinden Nusaybin’e gidip Suriye sınır kapısını görmek…


Beyazsu yemyeşil doğasıyla son yıllarda dinlenme alanlarıyla dolmuş. Dağların arasından akan suyun kenarındaki tesislerde yüzme,piknik yapma, alabalık yeme gibi imkanlar var.


Bu yol üzerinde giderken farkettik ki arabamızın sol ön lastiğinden “fıssss” diye bir ses geliyor. Acil lastikçi bulmamız gerekiyor diye konuşurken İpek Yolu’na çıktığımız anda karşımızda lastikçiyi görüverdik.. Sevincimizi tahmin edersiniz herhalde..




Lastiğimizi de onardıktan sonra (daha doğrusu lastiğimiz onarılamayacak durumda olup stepneyi taktırdıktan sonra;)) Nusaybin’e doğru yola devam ediyoruz. Nusaybin’de sınır kapısının fotoğrafını çektirmedikleri için sadece kapının öncesindeki dikenli telleri çekiyoruz. Tellerin arkası Suriye.. Arada teller yırtılmış, kaçak girişler için olsa gerek;)




Nusaybin’de görülecek başka bir yer olmadığından Mardin’e, evimize doğru yola çıkıyoruz vakit kaybetmeden. Bu akşam yemeğimiz Kebapçı Rıdo’da…


Biz Rıdo’nun yeni şehirdeki yerine gittik Cansu’nun kuzeni Ender ile birlikte. Kebapları lezzetli. Keyifli bir sohbet eşliğinde afiyetle yemeklerimizi yiyip dönüşte Migros’tan cips ve benzeri yiyeceklerle içecekler alıp evimizin yolunu tuttuk hep beraber.. Terasta,Mardin evleri manzarası arasında yarın ne yapsak planları yapıldı.


3.günümüzde normalde Mardin’den ayrılıp önce Urfa’ya oradan da Adıyaman’a gidecektik ama son konuşmamızda bu fikirden vazgeçtik ve bir gün daha Mardin’de vakit geçirip, kıyıyı köşeyi ve Dara Antik Kenti’ni gezip böylece biraz dinlenerek bir gün geçirmeyi ve 4.gün Urfa’ya geçmeye karar verdik. Sonradan çok doğru bir karar verdiğimizi anladık zaten..


3.gün sabah geç kalktık..Dinleniyoruz ya;) Mardin’in içinde ilk gün Ender’in gösterdiği bir Handa kahvaltı etmek üzere yola çıktık ama ana caddeden değil de ara sokaklardan, Abbara’ların arasından gezerek gittik. Bakın internette Abbara diye araştırdığınızda neler yazıyor:


Abbaralar... Karanlıklar içinde ruh dinginliğinin ferah aydınlığa geçişinin simgesidir.

Ben Mardin'im benim taş sokaklarım uzun ince ve bazen kıvrımlıdır. Benim en dar sokağım bile omuzlarda dört kişiyle taşınan tabutun sığabileceği kadardır. Ben, sokaklarım arasındaki geçişi bazen bir evin altından sağladım. Taşlarla tüneller oluşturdum. Geceleri karanlık ıssız her mevsim serin ve loş...

Halkım bu tünellere abbara diyor; karanlık, oyuk, geçit anlamında. Ben Mardin'im abbaralar kan dolaşımındaki damarların sokak geçitleri. Ben abbarayım, Savur Kapısına inen. Ben Norman’ı şehre girmekten belki de alıkoyanlardanım.

Bende ışık dansını, güneşle taşların valsini izlemediniz mi? Ben Mardin'im çok yıldızlı karanlık gökyüzünün sokaklara yansıyan ışıltısıyım.

Ben abbarayım, sevgilinin adının yazıldığı taş, çocuksu kavgaların mekanı, gizli gençlik aşklarının kavuşma sıcaklığıyım. Ben Mardin'im abbaralarının ayrı bir gizem verdiği klasikleşmiş bir dünya kentiyim.”


Dünyanın kaç şehrinde sokakta yürürken br evin salonunun veya oturma odasının altından geçebilirsiniz acaba?


Çok ilginç yapılar Abbara’lar. Dar ve taş evlerin olduğu sokaklarda dolaşmak bu sıcakta çok keyifli gerçekten de..




Kahvaltı sonrası yine kendimizi Bakırcılar Çarşısı’na attık.Bu kez kendimize kapaklı kahve fincanları, bakır sos tavası aldık. Kahve fincanlarımız çok güzeller..:)


Biraz dolaştıktan sonra Mezopotamya Kafe diye bir yerde tabi ki Mezopotamya manzarası eşliğinde Nargile ve Menengiç Kahvesi molası verdik.Bir süre sonra Cansu’nun halası Aynur Teyze gelince onlar Cansu ile kalkıp Telkari takılar bakmaya gittiler. Mardin telkari cenneti denilebilir. Hem fiyatları uygun hem de el işçiliği acaip güzel. Kahvelerimizi içtikten sonra biz de gittik yanlarına ve sevgili kocacığım çok güzel bir çift kol düğmesi nasiplendi buradan..;)


Vee günümüzün Aynur Teyze rehberliğindeki hızlandırılmış “Mardin,Görmedikleriniz Duymadıklarınız Turu” başlıyor. Ender ile ilk gün turistik yerlerini gezdik, Aynur Teyze ise bilinmeyen sokakları ve yapıları tanıttı bizlere.


İlk durağımız yeni açılan bir butik otel olan Tatlıdede Konağı idi..Burası Erdoba’dan daha çok hoşumuza gitti itiraf edeyim..


Hem Cansu’nun babası Cemal Amca’nın hem de Aynur Teyze’nin okuduğu Gazipaşa İlköğretim Okulu’na gittik. Yapı çok güzeldi. Öğrencilerin coşkusu ise görülmeye değerdi..



Öğlen yemeği için Çetin Enişte ile buluştuk ve yine bir kebapçıya gittik. İsmini şimdi unuttum açıkçası ama tabi ki buranın da kebapları harikaydı..Mezeler de süperdi doğrusu..


Yemek sonrası bu sefer yine rehberimiz Aynur Teyze ile birlikte Dara Antik Kenti’ne doğru yola çıktık.


Dara, Mardin’in 30 km güneydoğusunda,Mardin-Nusaybin yolu üzerinde. “Dağara” adı “Darius”un başkenti anlamındaymış.Burası antik kaynaklarda Mezopotamya’nın Efes’i olarak tanınmaktaymış. Burada yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan kalıntıların dünyanın ilk su barajına ait olduğu sanılmakta. Ne zaman kurulduğu kesinlik kazanmamış. Antik kentten günümüze kale,kilise,köprü, su kanalları,su sarnıçları,arasta,kaya mezarları ve sivil yerleşim binalarına ait kalıntılar gelebilmiş.


Burada indiğimizde Çetin Enişte muhtar Hasan Ağa’yı bulmamızı söylemişti biz de öyle yaptık. Hasan Ağa bize her yeri gösterdi. En önemli kalıntıları Zindan dedikleri yer. İlginç bir şekilde zindanın üstünde Hasan Ağa’nın evi kurulmuş. Merdivenle yerin altına indiğimizde ise çok şaşırdık. Orada öyle bir yapı olabileceği hiçbirimizin aklına gelmemişti, gelemezdi de.. Zindan dedikleri yer su sarnıcına da benziyordu ama bizce kesinlikle Zindan olarak kullanılmış olamazdı. Birini hapsetmek için böyle heybetli bir yapı yapılmaz herhalde diye düşündük ama bilemiyoruz tabi çünkü incelemeye gelenler oradaki taşların su bulunmasına elverişli olmadığını belirtmişler..


















Gezimizin Mardin ayağını sonlandırmış olarak evimize doğru yola çıkarken yolda gördüğümüz çoban dede ile torununun fotoğrafını da çekmeden geçemedik tabi..:)




4.günümüz gelmişti bile. Sabah erkenden kalkıp yola çıktık çünkü yol uzundu,Urfa’ya gidecektik. 3-3,5 saatlik bir yolumuz vardı. Mardin-Urfa arası yol rezaletti. Hop hop hoplayarak ve tangır tungur sesler eşliğinde gittik Urfa’ya ama evi terk etmeden anılarımız için fotoğraf çektik. Bu arada kaldığımız evin tuvaleti buralarda taş evlerde bir klasik olarak dışarıdaydı.. Gece tuvalet ihtiyacınız olursa tın tın kalkıp kilidi açıp dışarı çıkmanız ve tuvale gitmeniz gerekiyor..:)



Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra önce Harran’a gidip daha sonra Urfa’nın içine gitmeye karar verdik.


Harran,Urfa’nın küçük bir ilçesi. Urfa ile arası 45 km. Mezopotamya ile Akdeniz’i birleştiren yol üzerinde önemli bir durak. Bilinen en eski üniversiteye ait kalıntılar var. İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan Harran Üniversitesi’nden birçok İslam filozofu ve bilim adamı yetişmiş.


Harran’da dikkati çekenlerden biri de Harran Evleri. Başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bu evler Anadolu insanının iklim ve coğrafya şartlarına göre yaptıkları görülmeye değer yerlerden biri.. Konik kubbeli evlerin 300 yıla dayanan geçmişleri var.Evler tarihi kalıntılardan çıkan tuğlalardan yapılmış. Dışarıdan ilk bakışta çadır gibi görünüyorlar. Ama tuğla ile örülmüş, çamurla sıvanmış hepsi. Evler yazın serin kışın sıcak olması sebebiyle iklim koşullarına çok uygun. Üç yılda bir dış ve iç cepheleri çamurla sıvanıyormuş. Evlerden biri düzenlenerek müze haline getirilmiş ve tipik Harran yaşantısını, kültürünü görebiliyorsunuz.


Burada da arabadan iner inmez bir çocuk grubu etrafımızı sarıyor ve tipik diyalog başlıyor;) “Abiii sana Harran’ın hikayesini anlatayım mı?”. Cevap vermesek bile çocuklar peşimizi bırakmıyor.


Biz de onlarla birlikte gezmeye başlıyoruz üniversite kalıntılarını, kaleyi..



Harran Evi Müzesi’ne girince çocuklar da dağılıyor neyse ki...

Evin içinde tipik bir Harran yaşantısının nasıl olduğuna dair ipuçları görülebiliyor. Mutfak,oturma odası, yatak odası..
Ayrıca kıyafetler de var bayanlar için. Giyip fotoğraf çektirilebiliyor. Tabi ki biz de kaçırmadık..:)

Müze evi gezdikten sonra sıra gelmişti Harran Kalesi'ne. Kaleye doğru ilerlerken okuldan yeni çıkmış bir çocuk yanımıza geldi ve "sizi gezdirebilirim isterseniz, bilgi de veririm" dedi ve bizimle gezmeye başladı. Anlat bakalım dediğimizde ezberlediği metine başladı hemen:"Harran'a hoşgeldiniz. Bu gördüğünüz Harran kalesi..." diye.. Kaleyi anlatmayı bitirdiğinde "bir de üniversiteyi anlat" dedik hemen başladı tabi: "Harran'a hoşgeldiniz. Bu gördüğünüz Harran Üniversitesi.." diye.. Ezberlemiş ya:)

Evet yavaş yavaş acıktığımızı hissetmeye de başladığımız için arabamıza binip Urfa'ya doğru yola çıkmaya karar verdik.

Urfa'da arabayı bir otoparka bıraktık ve başladık yine sokaklarda dolanmaya.Sokaktaki herkesin mor poşu taktığını farkettik. İlginç geldi. Kadın, erkek farketmiyor istisnasız hepsinde mor, illa mor:) Sebebini çok merak ettik ve yaşlı bir amcaya sorduk. Cevabı hepimizi güldürdü:"Niye? Yakışmamış mıı? Moda,moda!!".Altan eskiden siyah beyaz takıyordunuz diyince de "onun modası geçmiştir" dedi.. :)
Veee yemek kısmı.. Urfa'ya gelip de kebap yemeden dönülür mü? Dönülmez.. Biz de internetten yaptığımız araştırmalar sonucu "Kahraman Kebap Salonu"nda pirzola yemeye karar verdik.. Ve biraz okuduğumuz tariften, biraz da sora sora bulduk kendisini..

Pirzola yumuşacıktı..Pirzola çok lezzetliydi... Pirzola çatalı değdirir değdirmez kesiliyordu kendiliğinden. Pirzola kısaca muhteşemdi.. Hepimiz kendimizden geçtik diyebilirim..:)

Çarşıda da biraz dolaştıktan sonra Balıklı Göl'e gittik..

Balıklı Göl açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı. Ben çok daha farklı bir yer hayal etmiştim.Burası şehrin ortasında bir parkın içindeki çok büyük bir havuz.. Parkın içinde, gölüm etrafında birçok çay bahçesi bulunmakta. Belki de bunlardan ötürü hayal kırıklığı yarattı ben de.. Ben daha mistik, daha farklı bir yer bekliyordum..Belki de efsanesinden ötürü..
Efsaneye göre Kral Nemrut, yıldızlarda, bir adamın ona ve putperestliğine savaş açacağını haber veren bir işaret görür. Bu adam Hz. İbrahim'dir.Ancak sadece Nemrut'un putperestliğine başkaldırmamış, aynı zamanda kızı Zeliha'ya da gönlünü kaptırmıştır. Kral Nemrut bu durum karşısında Hz. İbrahim'in yakılması emrini verir. Bugün Balıklı Göl'ün bulunduğu yere, kentin her yerinden görülebilecek büyüklükte bir ateş yakılır. Ateşin karşısına denk düşen tepeye yaptırılan 2 büyük sütun arasındaki mancınıkla İbrahim ateşe fırlatılır.Ancak atrş göle, odunlar ise balıklara dönüşür. O gün bugündür buradaki göl kutsal sayılır.İçindeki balıklar da kutsaldır. Her kim bu balıklardan yerse onun kör olacağına inanılır. O günden sonra gölün adı Halil'ür Rahman olur. "Allahın Dostu" anlamına gelen bu isim Hz. İbrahim'in kutsallığını yansıtır. Bugün bu göl her iki isimle de anılıyor. İbrahim için ağlayan Nemrut'un kızı Zeliha'nın gözyaşlarından ise Balıklı Göl'ün hemen yanında küçük bir göl daha oluşur, bu gölün adı ise "Zeliha'nın gözü" anlamına gelen "Ayn-Zeliha"...

Bir çay bahçesinde soluklandıktan sonra Urfa Kalesi'ne tırmanmaya başladık..
Hava çok sıcaktı ve kalenin en tepesinde olmak çok güzeldi ama daha gezilecek, görülecek yerler vardı..

Urfa'nın son durağı olarak Gümrük Han vardı sırada.. Burası Altan'ın çok ilgisini çeken, görmek istediği bir yerdi.
Gümrük Han, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1562 yılında Behram Paşa tarafından yaptırılmış. Avlusundan Halil-ür Rahman suyu geçmekte.Üst katındaki odalarda terziler çalışmakta, alt katında ise çayhaneler bulunmakta.

Eveet Urfa'yı da böylece gezdikten sonra 109 km lik yolumuza çıktık. Adıyaman'a 1-1,5 saat sonra vardığımızda ilk izlenimimiz düzgün bir şehir görüntüsünde olduğuydu.. Akşam, hava karardığı için gezmeye fırsatımız olmadı ama Nemrut'a doğru gitmeden önce buraya kadar gelmişken Adıyaman Çiğ köftesi yemeden de dönülmez diye düşündük ve soluğu çiğ köftecide aldık.. Çiğ köfte ama ne çiğ köfte.. Simsiyahtı, acılığı uzaktan belli oluyordu.. Lezzetine diyecek yoktu.. İstanbul'da yediklerimizin çiğ köfte olmadığını anladık diyebilirim..;)

Adıyaman'dan Nemrut'a Kahta üzerinden gidiliyor. Toplam yol 80 km.. Yolla ilgili söyleyebileceğim mümkünse gündüz gözüyle gitmeniz. Çünkü yol çok kötü ve karanlık oluyor gece. Yolun öyle olduğunu bilseydik muhtemelen daha aydınlıkta gitmeye gayret ederdik.
Nemrut'ta Karadut Pansiyon isimli bir yerde kaldık. Pansiyonu gece gece bulana kadar biraz zorluk çektik ama neyse ki saat 11e doğru odalarımıza girebilmiştik. Hemen uyumamız gerekiyordu çünkü Nemrut'a gündoğumuna çıkacaktık ve sabaha karşı 4.20de pansiyondan biri bizi götürecek ve gün doğduktan sonra da dağın eteklerinde Kommagene Krallığının bazı kalıntılarını da göstererek geri getirecekti. Pansiyon çok süper bir yer değildi ama bunu tahmin ediyorduk zaten. Sonuçta ölü gibi gidip 1 gece kalıp gidecektik. Nemrut Dağı'na yakın olması avantajdı onun için Kahta'nın içindeki pansiyonlardan birinde kalmak istemedik.
Sabah 04.20de odayı da boşaltarak pansiyonun Kangoo'suna bindik ve macera başladı..
Girişe geldiğimizde bir sürü tur otobüsünün de geldiğini gördük. Araba belli bir yere kadar çıktığından yolun bir kısmını yürüyerek hatta tırmanarak gittik. (dip not: Nemrut'a çıkış için pansiyonların hepsinin turları mevcut. Kendi arabanızla çıkmak zor.. ). Nefes nefese kaldığımız tırmanış sonrası meşhur heykellerin olduğu yere gelmiştik bile. Ve farkettik ki buradaki insanlardan belki de en ince giyinenler bizdik..:) Internette Nemrut'a çıkış için baktığınızda sadece biraz serin ve rüzgarlı olabileceği ve kafanızı kapatacak birşeyler giyerseniz daha iyi olacağı yazıyor. Ama arkadaşlar burası serin falan değil resmen BUZZZZ gibiydi!!! Bunu da buraya yazıyorum ki benden başka araştıran olursa bir gün o yazılanlara kanmasın!! Kafamızı kapatıcaz ya..giydiklerimizi yazayım size: ben: ince, kapişonlu bir polar, içimde de incecik bir merserize.. cansu: kapişonlu bir sweatshirt, sevgili kocacım: kafasını kapatmaya bile gerek duymadı, ince bir merserize kazak giydi.. veeee asıl bomba sevgili İlker: Clima Cool bir mont giymişti.. :) ne güzel hiç terlemeden(;)(!!!) durdu orada..:)yani sanki ortam çok sıcakmış gibi serin serin..:)
İnsanlar ne giymişti diyceksiniz: insanların kimisi kar montu ve dağ botu ile gelmişti. insanların kimisi pansiyonlardan ikişer ikişer battaniyeleri alıp gelmişti.. insanların kimisi bere,eldiven takıp gelmişti..:))
Donduğumuzdan olsa gerek sanki çok uzun beklemişiz gibi gelirken birdeeenn güneş yüzünü göstermeye başladı. O ne muhteşem bir görüntüdür anlatamam.. Görmeniz lazım. Dünyada yapılması gerekenler listesinde Nemrut'a gün batımı veya doğumunda çıkmak da varmış zaten.. Görüntü harikaydı.. Gerçi sonradan aramızda "acaba burası kadar yüksek başka bir yere çıksaydık güneşin doğuşu yine aynı olur muydu" diye de düşünmedik değil..
Doğu terasında; yaklaşık 10 m yüksekliğindeki tahtlar üzerinde sıralar halinde oturmuş dev tanrı heykelleri var. Heykellerin yüzü güneşe doğru bakıyor. Bu terasta sırasıyla Kommagene Krallığının gökyüzü hakimiyetini temsil eden koruyucu kartal, krallığın yeryüzü hakimiyetini temsil eden koruyucu aslan, Kommagene Kralı I.Antiochos, Kommagene,Zeus,Apollon ve Herakles heykelleri var. Tahtların arkasında 237 satırdan oluşan Kral Antiochos'un dini ve sosyal içerikli vasiyeti bulunmakta. Güneşin doğuşu bu terastan izlenmekte.
Batı terasında; doğu terasta olduğu gibi tahtlarında oturan dev tanrı heykelleri ile birlikte Kommagene Kralı I.Antiochos'un heykeli ve tanrılarla tokalaşma kabartmaları var. Ayrıca burada astroloji ile ilgili bir aslan horoskop kabartması da bulunmakta.Aslan kabartması üzerinde yer alan ay ve yıldızlardan Milattan önce 7 Temmuz 62 tarihi okunmaktadır. Bu tarih Kralın tahta çıkış tarihidir. Güneşin batışı da bu terastan izlenmekte.
Buyrun fotoğraflara..

Güneşin doğmasıyla birlikte hafif hafif ısınmaya başladık tabi..Ama en son ayaklarımı ve ellerimi hissetmediğimi hatırlıyorum.. Arabamızın bizi beklediği noktaya vardık ve şoförümüz bizi diğer kalıntıları görmeye götürdü,bir yandan da anlatıyordu Nemrut'un hikayesini:)
Kommagene Krallığı çok büyük bir alana yayılmış.. Birçok kalıntı var ama şunu söyleyebilirim ki bir 10 sene sonra hiçbir şey kalmayabilir. Koruma yok.. ilgi yok.. Sarhoşun biri gelse kırıp gitse kimsenin ruhu duymaz.. Yazık gerçekten..
İlk gittiğimiz yer Arsameia.. Kommagene Krallığının yazlık yönetim merkezi. Burada Anadolu'nun bilinen en büyük Grekçe Kitabesi bulunmakta. Kitabenin bulunduğu yerde 150 basamakla aşağı inen kutsal amaçla kullanılan dehliz ve üst kısımda da saray kalıntıları var.

En son Cendere Köprüsü'nü de görüp pansiyonumuza döndük çünkü hemen kahvaltı edip Diyarbakır'a gitmek için feribota gitmemiz gerekiyordu. Evet evet yanlış duymadınız Kahta-Siverek arası Atatürk Barajı üzerinden feribotla geçilebiliyor. Böylece yolu kısaltmış oluyorsunuz..

Pansiyona döndüğümüzde aşırı bir kalabalık vardı. Bir tur grubu kahvaltılarını bitirmiş kalkmak üzerelerdi. Onlardan boşalan bir yere oturduk.Etraf sakin,yemyeşil.. Kahvaltı da karın doyurmaya yeter olunca hemen yiyip fazla oyalanmadan kalktık.

Sivereğe doğru giderken zaman zaman acaba yanlış yoldamıyız diye düşündüğümüz oldu ama yolda gördüğümüz 1-2 kişiye sorunca doğru yolda olduğumuzu anladık. Hiçbir tabela olmadığı için böyle düşünmek normal.. Feribot dediysem öyle çok büyük birşey değil. Hatta ufacık diyebilirim..

Diyarbakır'da hızlıca surları ve Ulu Cami'ni görüp Kaburgacı Selim Usta'ya yemek yemeye gittik. Çok vaktimiz yoktu çünkü. Selim Usta'da garsona "menüyü alabilir miyiz" dediğimizde garsonun bize "bizde sadece kaburga var" demesi ise gezinin son komiğiydi.. Neyse ki herkes yiyecek birşeyler buldu da aç kalmadık..:) malum bu gezide çok aç kaldık ya;))





Havaalanına vardığımızda araba kiraladığımız şirket yetkilisini de aradık ve bu gezi süresince bizimle 1200 km seyahat eden arabamızla vedalaşıp uçağımıza gittik.

Bir geziyi daha bitirmiş evimize doğru yola çıkmıştık işte. Hem yorucu hem dinlendirici bir gezi oldu klasik olarak. Anneannemin dediği gibi "gezmek yorgunluktur" ama aynı zamanda gezmek keyiftir, eğlencedir, yeni yerler görme, yeni kültürler tanımadır.
Bir başka gezide buluşmak üzere...


Not: Daha fazla fotoğraf için: http://altanyaman.blogspot.com/p/gap.html

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Duygucum beraber yaptığımız gezinin tadı hala damağımda.Eline sağlık.bu satırları okurken bir kez daha o günlere gittim.

Unknown dedi ki...

Yavrummm benim... Anlatımın, yorumların, resimleriniz çok güzel olmuş. Elinei diline, kalemine sağlık benim seyyah ve de şair ruhlu biyytanem. Ayrıca sanat direktörünüz sevgili İlker'i, bu sanatsal kareleri resimleyen sevgili Altan'ı ve de Cansu'yu da kutlarım. (Cansu'cuğum seni de böyle sanatsal yönü güçlü kocandan dolayı kutluyorum...) Şaka şaka... Bol gezili ve sanatlı günler diliyorum hepinize. Öptüm sizi.

Nesrin Akın dedi ki...

çok güzel, akıcı, eğlenceli olmuş. Keyifle okudum ve hemen oralara gitmek için plan yapmaya koyuldum :)

Sevgiler,
Nesrin

Duygu Yaman dedi ki...

Nesrincim siddetle tavsiye ediorum..kesinlikle gorulmesi lazim.

digitalsinif dedi ki...

Yarınki Urfa-Mardin-Diyarbakır gezime çıkmadan önce gayet bilgilendirici oldu. teşekkürler